Güçlü Nerdeyse Ben Oradayım
İnsanın
yaratılışından mı yoksa sonradan edindiği bir özellik mi bilmiyorum ama güce ve
güçlüye karşı zaafı olduğu doğrudur. Güç karşısında insanların uğradığı değişim
Franz Kafka’nın ‘Dönüşüm’ kitabında Gregor Samsa karakterinin bir hamam
böceğine dönüşmesinden daha korkunç ve iğrençtir. Çünkü gücü elde ettikten
sonra insanın geldiği nokta itibariyle, şeytanın bile şapka çıkaracağı durumlar
söz konusu olabiliyor.
Nitekim
bunun bir sürü örneğini tarih dediğimiz,
geçmişin tozlu sayfalarında görebiliyoruz.
Bu özelik
toplumdan topluma, kişiden kişiye elbette farklılık gösteriyor ancak bizim gibi
toplumlarda bu durum hayli yüksek bir oranda diye biliriz. Köylüsünden tut
memuruna, işçisinden tut, devletin her türlü kademesindeki çalışanına, Allah ve
dini kendilerine tabu yapmış, kendilerine dindar diyen insanlara kadar bir
virüs gibi vücuda yerleşmiş ve zamanı geldiğinde kendisini ortaya çıkarıyor.
Maalesef
bu sebepten ötürü gücü elde ettiğinde kendisini yarı ilah olarak gören küçük
Tanrılar hayli bir fazla. Bu durum cehaletle de birleşince ortaya korkunç bir
insan figürü çıkıyor. Ve bu noktadan sonra geri dönüşü zor oluyor. Ve ciddi
yıkımlara sebebiyet veriyor. Bugün Türkiye toplumuna baktığınızda, ülkedeki suç
oranlarının yükselmesi bir tarafa işlenen suçların insan onuruna yakışamayacak
boyutlarda olduğunu rahatça görebilirsiniz. Cehalet ve kibrin sınırları belki
de hiç bu kadar aşılmamıştı.
Aslında
insan şerefli ve onurlu bir varlıktır. Kalbinde var olan sevgi hazinesinin
anahtarına ulaşmayı becere bilirse, ömür denilen zaman yolculuğunda birçok
güzelliklere vesile olabilir. İçinde bulunduğumuz zaman dilimi zor ve gittikçe
de acımasız bir hal alıyor. İnsanların hayattaki bütün hedefleri madde ve eşya
üzerine planlanmış bu da insanları daha acımasız ve materyalist yapıyor. Çoğu
insan ilişkilerinin temeli tamamen çıkar amaçları üzerine kurulmuş.
Kendi
yaradılışına bu kadar ters düşmek sanırım cismani ve ruh-i doyumsuzluğunun
açlığından kaynaklanıyor.
Bu
problemlerin çoğu ekonomik ve sosyokültürel zayıflıktan kaynaklandığını
söyleyebilirim. Ekonomisi ve eğitimi güçlü olan toplumlarda insanlar gelecek
korkusu yaşamadan kendisini bir birey olarak yetiştiriyor, toplum içinde
kimseye muhtaç kalmadan hayatını idame edebiliyor. İş yerinde patronuna,
çevresindeki insanlara, ailesine ve diğer dış etkenlere kendisini kanıtlama
ihtiyacı duymuyor, özgürce kendisini ifade etmede oldukça rahat davranıyor.
Bizim gibi toplumlarda ise ekonomi ve eğitim
açısından yeterli olmayan ve toplumsal statüsünü kaybetme korkusundan, insanlar
toplum içinde
sürekli
diken üzerinde bir mücadele veriyor ve güçlü olana itaat etmek zorunda kalıyor.
Çünkü temel insani ihtiyaç dediğimiz, geçim yüzünden ya da kendi iç
dünyasındaki hırslarından dolayı bunu yapması lazım, güç nerde ise o oradadır.
Kendine ait bir karakteri ve ya duruşu yoktur tek derdi güçten ne kadar
beslendiğidir. Tıpkı bugün ki çoğu insanda olduğu gibi.
Bu tür toplumlar maalesef medeniyet ve temel ahlaki
değerler gibi konularda, çağın gerisinde kalıyorlar. Bunun bedelini de çok ağır
bir şekilde kendi benliğindeki ikilemlerle ödüyor. İnsanların bu tür zaaflarını
din, vatan gibi farklı donelerin sosuyla çok güzel kamufle ettiğini görüyoruz.
Kendilerini haklı çıkarmak için kırk takla attığını görebiliyoruz. Hiçbir zaman
dertleri haklıdan yana olmak ve ya gerçeğin peşinde olmak değildir. Uğur
Mumcu’nun dediği gibi ; ‘Haklıdan yana değil güçlüden yana olanlar korkak ve
kaypak olurlar. Güç merkezi değiştikçe; fırıldık olurlar.’
Güçlü neredeyse ben oradayım değil, Hak, adalet, özgürlük
nerdeyse ben oradayım demek lazım. Birey her ne pahasına olursa olsun onurlu,
haysiyetli bir hayat yaşamak zorunda yoksa bir böcek kıymeti olmadan onursuzca
bu dünyadan gelip geçer.


Yorumlar
Yorum Gönder