Modern İnsanın Varoluşsal Sorgulamaları
Batının şımarıklığı ile Doğunun cehaleti arasında sıkışmış gibi hissediyorum çoğu zaman. Batılı, Doğuluyu bilgisiz ve çağı yakalayamamış olarak görüp yokmuş gibi davranıyor; Doğulu ise Batılıyı dinsiz diye cismaniyetten başka bir şey olarak görmüyor. Her iki tarafın da kendine göre haklı sebepleri olsa da çoğu kişi meselelere insanî açıdan bakmıyor. İnsanı hayatın merkezine koymazsanız, insan anlamını yitirir. Bu durumda, her insana baktığınızda farklı şeyler görürsünüz. İnsan, kontrolü dışında gelişen olaylar ve sonradan kazandığı özellikler nedeniyle haksızlıklara uğrar. Duyguların ve gözyaşının, renkleri, ırkları, dilleri, dinleri yoktur; tıpkı insan ruhu gibi. Ama gel gör ki, insan insana zulüm etmekten sadistçe zevk almaya başlamış.
Bunu düşündükçe tarifi zor olan bir aidiyetsizlik kıskacında dolanıyorum gibi hissediyorum. İçinde bulunduğum zaman dilimi paradokslarla dolu, zıtlıkların ve ciddi yozlaşmanın zirveye çıktığı bir dönem. İnsanın karanlık yönleri bu dönemde en üst seviyeye çıkmış durumda. Bu durum beni ciddi şekilde huzursuz ediyor ve en rahatsız edici yanı, çoğu insanın yaptıklarının farkında bile olmaması. Kendimi de bu paradoksların bir parçası olarak görüyorum. Bu durumdan kopamıyorum ve çoğu zaman şuursuzca bu zeminde hareket ediyorum. Bu da bana, bu buhranlı dönemin delisiymişim gibi hissettiriyor. Sanırım insanlık tarihinin en çelişkili zaman diliminde yaşıyoruz. Her şey gerçeğin ötesindeymiş gibi, neye dokunsan elinde kalıyor. İnsan ruhunun toplu zehirlenmesini yaşıyormuşuz gibi.
Ne kadar da karmaşık cümleler oldu; görende dünyanın bütün acılarını kalbimde hissediyorum zannedecek. Oysa o kadar merhamet dolu bir insan değilim; çoğu zaman karşımdakinin davranışlarına göre şekillenirim. Neyse, küçük insanlar da büyük sözler söyler. Büyük insan olamadık, büyük paralar kazanmadık veya büyük ideolojilere sahip olmadık. Ancak büyük sözler söyleyelim ki, hayatta kapladığımız yerin hakkını verelim. Hem, kendilerine büyük diyen insanların büyüklüğüne de şahit olduk. Kokmuş ruhlarını parlatılmış cesetlerle süsleyip, insanlara tepeden bakmayı, uzun uzun nasihatler vermeyi ve o çok bildikleri manipüle klişelerini söylemeyi marifet bilirler. İnandıkları ideolojilerin arkasına sığınarak istedikleri kirli emelleri gerçekleştirmekten geri durmazlar. Ah, bir bilseniz o süslü püslü ideolojilerin arkasına sığınarak insanları nasıl kandırdıklarını.
Oysa Socrates’in ahlak felsefesinde yaşamın özü erdemden geçer; bugün dünyanın neresinde hangi ideolojiler veya düşünce kuruluşları erdemli? Güce bir şekilde ulaşan, başkalarının haklarını gasp ediyor. Kendinden olmayanı yaşatmak istemeyecek kadar zalimleşiyor ve bunları yaparken dünyanın en erdemli insanı gibi davranıyor. İnsanlık, dinler ve mitolojilerde tarif edilen cehennemi yaşıyor olsa da cehalet ve kibir bunu görmeye bile izin vermiyor.
Herkese yetecek kadar hayat hakkının olduğu bir evrende, kendinizi herhangi bir yere veya bir şeye ait hissetmediğinizde, içinde bulunduğunuz zamana, mekâna ve insanlara da ait hissetmeme durumu ortaya çıkıyor. Bu hissiyat, bir noktadan sonra sizi toplumdan uzaklaştırıyor ve kopmaya götürüyor. Hatta, içinde doğduğunuz dogmatik normları reddetmeye, herkes tarafından kabul gören ne varsa onlardan uzaklaşmaya itiyor. Bu duygusal kopukluk, sizi bazen uç noktalara kadar götürür. Kısaca, insan her şeyden kaçmaya ve kendinden bile uzaklaşmaya başlar. Ve insanın maddi ve ruhani varlığında başkalaşma başlar. Sanırım günümüz insanının en büyük problemlerinden biri bu hissiyat. Tatminsiz ve başkalaşmış ruhlarla dolu bir dünya oluyor.
Düşünce Özgürlüğü ve Toplumsal Kalıpların Etkisi
Düşüncelerimde kendime özgün olmaya çalışsam da, irademi ve aklımı bağımsızca yönlendirme çabalarım sıklıkla çevresel faktörlerden etkileniyor. Başkalarının düşünce kanallarına kaydığımı fark etmek, ruhumda derin acılar bırakıyor. Bu durum, insanı gerçeğe ve evrenselliğe yaklaşmaktan alıkoyar ve doğru değerlendirme yapmasını engeller. Meselelere genellikle kafamıza yerleştirilen ön kabullerle yaklaşırız. Çoğu zaman ideolojik ya da dinsel ilkelerle değerlendiririz; bunlar yoksa çıkarlarımıza göre hareket ederiz. Bu da insanın bilmediği şeylere uzak kalmasına ve onlara düşman olmasına yol açıyor.
Bu tür etkileşimler ne kadar uzun sürerse, zararları o kadar etkili ve yıkıcı olur. Toplumların yazılı olmayan kanunları, ahlak ve manevi değerleri insanları belirli kalıplara sokma eğilimindedir. Bu kalıplardan uzaklaşmak birey için çok zor olabilir. Hepsinin tamamen yanlış olduğunu söylemek haksızlık olur, ancak yine de içlerinde zehirlenmiş, ağır kültürel düşünceler barındırdıklarını söyleyebilirim. Bunu hem geldiğim toplumda hem de yaşadığım toplumda sayısız örnekle görebilirim.
Çoğu zaman sen kaçtıkça, onlar yarış atları gibi burnunun dibinde bitiyor; bu insanın kaçamadığı kaderidir. Alıp çadırını Olimpos Dağı'na kursan, ertesi gün yanında birileri beliriverir ve çadırının renginin dağa uymadığını, zeminin kaygan olduğunu ya da oranın sana uygun olmadığını söylerler. Hiçbir zaman tam manasıyla insanların memnuniyetini göremezsin, sanırım bu insan ruhunun sonsuz olmasından kaynaklan bir durumdur.
Toplumun baskıları her ne kadar güçlü olsa da, tarih boyunca bireylerin bu normları sorgulayarak değiştirdikleri sayısız örnek var. Birey, topluma uyum sağlamak zorunda kalmadan da kendi özgün yolunu çizebilir.
İnsanın kaderi, insanla bütünleşmiş; bundan kaçış yok gibi görünüyor. Ya birlikte orta yolu bulup yaşayacaksın, ki bu seçenek gittikçe zorlaşıyor, ya da birbirini yok etmek üzerine kurulmuş bir düzen olacak ve maalesef dünyanın çoğu yerinde olan seçenek bu. Belki de üçüncü bir yol vardır: Birey, hem kendi değerlerine sadık kalarak hem de toplum içinde dönüşüm yaratarak bir denge kurabilir. Bu, bireyin toplumla barış içinde yaşarken, kendine yabancılaşmadan var olabileceği bir seçenektir.
İnsan elbette bir noktadan sonra ayak uydurmaya çalışıyor; bu, doğal bir dürtü ya da mecburiyet gibi görünüyor. Ancak biraz yalnızlaşıp düşündüğünde, alıştığın şeylerin aslında uzun ömürlü olmadığını fark ediyorsun. Derinlerde seni rahatsız eden duyguların canlılığını tüm gerçekliğiyle hissediyorsun. Üstünü örtmeye çalıştığın bu duygular, hayatın yalnız sokaklarında sana öyle bir çarpıyor ki, varlığını şuursuzca sorgulamaya başlıyorsun.
Ruhsal Dönüşüm ve Anlamsızlık Çıkmazı
Zamanla insanın başkalaştığını gözlemliyorum ve bunu tüm kalbimle hissediyorum. Bu başkalaşma bazen olumlu, bazen de olumsuz bir hal alabiliyor. Benimse öyle anlar oluyor ki, artık hiçbir duygu belirtisi gösteremediğimi fark ediyorum. Eskiden böyle değildim; ya da tam tersi, önemsiz meselelerde boğulup kalıyordum. Sert bir başkalaşma yaşanmaya başladığında ise, artık senin "sen" olmadığını fark ediyorsun.
Bu başkalaşma süreciyle birlikte toplumla uyum sağlamaya çalışırken derin bir tatminsizlik yaşadığımı fark ettim. Bu durumda kendime şu soruları sorma ihtiyacı duyuyorum: İdeal dünya nasıl olmalı? İdeal toplumların temel özellikleri nelerdir? İçinde yaşadığımız zaman diliminde ideal diyebileceğimiz toplumlar mevcut mu? Bu sorular zihnimi meşgul ederken, bedenim ve düşüncelerimin acizliğini hatırlıyorum; toplumların benim için uygun gördüğü normlara uymam gerektiğini ve onların istediği gibi düşünmem gerektiğini hatırlatıyor.
Düşüncelerim sürekli uçlarda dolaşıyor gibi hissediyorum. Gördüğüm hiçbir ideoloji ya da düşüncenin beni tatmin etmediğini fark ediyorum. Toplumsal normlarla uyum sağlama çabalarım, sonunda beni düşünsel bir boşluğa sürüklüyor. Artık hiçbir ideoloji ya da fikir ruhumu tatmin etmiyor. Ruhumun derinliklerinde sürekli dipsiz bir kuyu açılıyor; daha önce tatmin eden fikirler manasını kaybetmiş durumda. Sanırım bu buhranlı durum günümüzün bazı insanları için de geçerli.
Bazen, başkalarının mutlu olduğu şeylere bakıp, keşke ben de böyle şeylerle kendimi avutabilsem diyorum. Ancak bu düşüncenin ardından hafif bir iğrenme hissi başlıyor; bozulmuş bir yemek yedikten sonra gelen nahoş bir kusma hissi gibi. Bu konuda aklıma Franz Kafka’nın sözleri geliyor: "Bazen insan, kendi iç dünyasında kaybolur ve tatmin eden hiçbir şey bulamaz. Bu, modern insanın çaresizliğinin bir ifadesidir." Evet, belki büyük savaşlar, kıtlıklar, salgınlar ya da buhranlar görmedik ama tatminsiz bir dünyaya geldik. Elimizde olan her şeyin manasını kısa sürede kaybediyoruz ve her şey bir anda manasızlaşıyor. Umarım daha anlamlı yaşamlar görür ve bize de umut olur.


Yorumlar
Yorum Gönder